|
Ziyaretçi 
|
 |
Yazılış Tarihi: 14/1/2008 Saat 14:09 |
|
|
Hayatımızdaki her duygunun karşılığını türkülerde buluruz. Acıyı, gamı,
kederi, hüznü, mutluluğu, memleket özlemini, hasreti, neşeyi. Hepsi
türkülerde saklıdır. Türküler bizim dilimizdir. Biz sussak da onlar bizi en
güzel şekilde anlatır. Türküler samimidir, sahicidir. Yüzyıllardır
türkülerle anlatılmıştır duygular. Onlar eskimez, değerini yitirmez.
Hayatın tüm renkleri türkülerde saklıdır. Türkülerle seviniriz, üzülürüz,
kederlenir, coşar, ağlarız. İşte hayatı türkü tadında yaşamak budur
Beşikte tanışırız türkülerle. Hamurumuz türkülerle yoğrulur. Mışıl mışıl
derin uykulara onun kollarında dalarız. Bizi sakinleştiren, içimize huzur
veren bu tılsımlı türkülerdir. Türkülerle olan dostluğumuzun, kader
birliğimizin başlangıcıdır bu. İlk türkümüzdür ninemizden duyduğumuz
ninniler.
Eledim eledim höllük eledim,
Aynalı beşikte balam bebek beledim.
Büyüttüm besledim asker eyledim,
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Memleket özlemi içimizde büyüyen bir yangındır. Biz gurbette içimizdeki bu
ateşle yaşarız. Gurbetin mavi sularına yaslanan şehir manzaraları, hiçbir
zaman belleğimizden silmeye yetmez memleket hayalini. Gözümüzde tüter
memleketin taşı, toprağı. Ah deriz. Bir varsam memleketime. Kavuşsam anama,
babama, kardeşlerime ocağıma, toprağıma. Geçmez gurbette günler, uzadıkça
uzar zaman.
Hacı Taşam emmim demiş ya
Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle kaymak söyle bal söyle
Gülüm gülüm, kırıldı kolum
Tutmuyor elim, turnalar ey
Ah gülüm gülüm turnalar ey
Eğer bizi sual eden olursa
Boynu bükük benzi soluk yar söyle
Hayatın dertleri, sıkıntıları omuzlarımıza çökmüştür. Umutsuzluk esir
almıştır bizi. Bir ışık, bir tutunacak dal olsun isteriz. Bizim için yaşam
dert yüküdür. Bu yükün altında ezildiğimizi hissederiz. Birisinin bizi
dürtmesini Haydi yılgınlığa kapılma sen üstesinden gelebilirsin. demesini
bekleriz. İşte bu, bizim türkümüzdür o zaman.
O zaman da asrın ozanı Mahzuni
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Göklere erişti feryadım ahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Annemizin sevgisine, şefkatine, sıcaklığına, tebessümüne ihtiyacımız
vardır. Onun özlemini çeker, yanında, dizinin dibinde olmak isteriz.
Başımızı göğsüne yaslayıp huzuru içimize çekmek isteriz. Bizi katıksız
seven tek varlıktır annemiz. Bir tarhana çorbasının kokusu bile bazen onu
hatırlatır bize, canım annem nerdesin dediğimizde işte bu bizim türkümüzdür
o zaman.
Ağlama yar ağlama anam
Mavi yazma bağlama
Mavi yazma tez solar anam
Yüreğimi dağlama
Elma al olanda gel anam
Ayva nar olanda gel
Hasta düştüm gelmedin anam
Bari can verende gel
Düğünler neşeyi, sevinci çağrıştırır. Ancak bu neşenin, coşkunun içinde
ayrılık ve bir de hüzün vardır.Gelinin son gecesidir bu ana-baba ocağında.
Kardeşlerinden, annesinden babasından ayrılacak, kuş misali yuvadan
uçacaktır.İşte bu da o ayrılığın türküsüdür.
Kınayı getir anam
Parmağın batır anam
Bu gece misafirem
Yanında yatır anam
Evleri evlerine benzemez yolları yollarına dağları dağlarına benzemez.
Gurbete gelin gitmek daha da zordur. Hem ana baba ocağından ayrılmak hem de
memleketten, hasret daha da büyür, ayrılık ateşi daha da yakar insanı. İşte
o zaman şu türküyü söyleriz içli içli.
Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Uçan da kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim
Düğün sevinçtir coşkudur dedik. Her ne kadar içinde ayrılık da olsa
düğünlerde bu coşkuyu bu sevinci doyasıya yaşarız. Halaylar kurar, horonlar
teperiz. Türkülerle yaşarız bu coşkuyu. Onlar neşemizin ve sevinçlerimizin
türküleridir.
Halay başı kim çeker
Bir incecik kız çeker
Kız yolunu şaşırmış
İnşallah bize gider
Halaylım yâr halaylım
Maşrabası kalaylım
Bayramlar değerlerimizi hatırladığımız, kısmen de olsa yaşamaya ve
yaşatmaya çalıştığımız müstesna günlerdir. Unuttuklarımızı hatırladığımız
ve hatırlandığımız günlerdir.Gözlerimizi kapayıp geçmiş bayramları
düşünürken, eski bayramların hazzını bir kere daha duyar ve koskoca bir
tarihimizi daha doğrusu kendi ruhumuzu, kendi anlamımızı ve kendi
değerlerimizi bir kere daha yaşarız. Bu itibarla da bayram günlerinde âdeta
gönüllerin tasalarıyla zevklerinden meydana gelen bir türküyü beraber
dinler gibi oluruz. Küslük olmaz artık bu günlerde.
Şu mübarek günde küsmek olur mu
Uzat ellerini bayramlaşalım
Tanrı selamını kesmek olur mu
Uzat ellerini bayramlaşalım
Düşmüşse içine sevda ateşi, canansız hayat olmuşsa senin için ızdırap, gece
gündüz terk etmiyorsa hayali sevgilinin seni, kavuşmak senin için yaşamak
olmuşsa, hele de gizli sevda çekiyor, söyleyemiyorsan aşkını, işte o zaman
seni, ancak sevda türküleri anlar.
Karadır kaşların ferman yazdırır
Bu aşk beni diyar diyar gezdirir
Lokman Hekim gelse yaram azdırır
Yaramı sarmaya yâr kendi gelsin
Bir güzel söz bekleriz sevdiğimizden. Onun sevgimizi, sevdamızı anlamasını
isteriz.Gözümüzün yaşı onun için akar yüreğimize doğru. Sevgiliyse
umursamaz ne bizi ne de sevgimizi. Sitemimiz onadır, duyar da bizi anlar
diye söyleriz türkümüzü.
Coşkun çaylar gibi çağlamayan yar
Gönlünü gönlüme bağlamayan yar
Benim bu halime ağlamayan yar
Daha ağlamasın öldükten sonra
Bir haber bir mektup bekleriz sevdiğimizden. Bekleyişimiz yar ile bizi
ayıran yollar kadar uzundur. Ama bizim sabredecek gücümüz yoktur. Bir an
önce gelsin isteriz yardan bir haber bir mektup. Sevdiğimiz gelemezse de
razıyızdır. Yeter ki yıkılmasın isteriz umutlarımız.
Kara tren gelmez m'ola
Düdüğünü çalmaz m'ola
Gurbet ele yar yolladım
Mektubunu salmaz m'ola
Bizi ayakta tutan, adım atmamızı, hayata tutunmamızı sağlayan ve her şeye
rağmen dayanmalısın diyen umutlarımızdır. Kaybettiğimiz her şeyin yerine
yenisini koyabiliriz. Yeter ki umut olmasın kaybedilen.Yitirirsek
umudumuzu, hayatın rengi solar, güzellikler yok olur gider gelmemek üzere
içimizden. İçimizdeki umudu beslemeli, yeşertmeliyiz. Kendimizi güçsüz,
neşesiz, yalnız daha da önemlisi tatsız tuzsuz hissettiğimizde, işte
içimizdeki umudu yeşertecek türküler dinleme zamanıdır.
Ağlama gözlerim Mevla kerimdir
Her daim rüzgar böyle de kalmaz
Dermansız dert olmaz sabreyle gönül
Geçer bu ahuzar böyle de kalmaz.
Aslında türkülerimizin en güzel türküsünü zifiri karanlıkta ayak sesinden
şiirin hasını tanıyacak kadar şairliğinden emin olan, ancak bir köy türküsü
duyduğunda şairliğinden utanan Bedri Rahmi EYÜBOĞLU şu mısralarla
söylemiştir.
Şairim zifiri karanlıkta gelse şiirin hası, ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım
Ah bu türküler, türkülerimiz, ana sütü gibi candan, ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla, köyümüz köylümüz memleketimiz
Ah bu türküler köy türküleri,
Dilimizin tuzu biberi
Memleket ahvalini onlardan sor kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen'i
Öleni, kalanı, gidip de dönmeyeni...
Ben türkülerden aldım haberi
Ah bu türküler, köy türküleri
Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak, hilesiz hurdasız, çırılçıplak...
Dişisi dişi, erkeği erkek
Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara, bıçağı bıçak
Ah bu köy türküleri, karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi...
Kiminin reyhasından geçilmez, kimi zehir gibi, kimi zemberek gibi...
Ah bu türküler, köy türküleri...
Ne düzeni belli, ne de yazanı...
Altlarında imza yok ama, içlerinde yürek var
Türküler sevda kokar, türküler hasret kokar, türküler Anadolu kokar,
türkülerde memleketimin hüznü, sevinci, üzüntüsü, neşesi vardır.
Sevgiyle
|
|
Member   Cevaplar: 174 kayıt olmuş: 11/9/2006 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet: 
|
 |
Yazılış Tarihi: 15/1/2008 Saat 01:23 |
|
|
HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baş tabib geliyo zehirden acı
Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Mezarımı kazın bayıra düze
Benden selam söyleyin sevdiğim gıza
Başına koysun, karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın
Hastane Önünde İncir Ağacı
Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Hava
değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence
kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar,
pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü
söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür.
Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez., İstanbul'da kalır.
____________________ Dört Sey Geri Gelmez Atılan Ok, Söylenen Söz, Kacırılan Fırsat ve Gecen
Zaman ...
|
|
Member   Cevaplar: 174 kayıt olmuş: 11/9/2006 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet: 
|
 |
Yazılış Tarihi: 15/1/2008 Saat 01:34 |
|
|
Hem Okudum Hemi de Yazdım
Hem okudum hemi de yazdım
Yalan dünya senden bezdim
Dağlar koyağını gezdim
Yiten yavru bulunur mu
Yavru yitmeye görsün bir kez. Bulunmaz.
Değil dağların koyağı, ırmakların kaynağı, yaylaların çimeni, ovaların
çiçeği, hiç bir şey, hiç bir kişi geri getiremez onu. Ehh ana yüreği bu.
Dayanması zor. Dağlara düşüp araması doğal; ne ki giden geri gelmez. Şundan
ki, yiten candır. Alıp yerine koyamazsın. Nefesin sonu çıkmaya görsün
boğazdan bir kez. Dönüşü olmaz. Ama, ağlamak, döğünmek, türkülere sığınmak
da insanların kendi elinde.
Türkümüze öykü olan olay, 1930'larda
Çorum'un Osmancık ilçesinin Hacıhamza kasabasında geçer. Kasabada köklü bir
aile yaşar o yıllarda. Bu ailenin de Mehmet Bey adlı bir oğlu vardı. Mehmet
Bey, geniş omuzlu, kaytan bıyıklı, iri kıyım bir delikanlıdır.
Çevresindekilere yaptığı iyiliklerden ötürü de herkesin saygısını,
sevgisini kazanmıştır. Yeni evlendiği eşiyle de çok iyi anlaşmaktadır. Hele
eşi ona nur topu bir oğlan çocuğu doğurduktan sonra da daha mutlu olmuştur.
Bir çocuk ki gözleri yumuk yumuk. Uzun, upuzun saçlar, tombiş bilekler.
Anası bir yanını kendine benzetiyor; babası bir yanını. Bak Mehmet diyor
karısı "çenesi, kafa yapısı, ağzı sana benziyor, gerisi bana" Mehmet Bey:
"Ya parmakları" diyor. "Bak bak serçe parmaklarında eğrilik var. Tıpkı
seninkiler gibi. Ama uzunluğu da bana benziyor parmakların". Çocuk daha bir
mutlu ediyor aileyi. Evin havası birden değişiyor. Gelenler, gidenler
çoğalıyor. Dosta ahbaba teller çekiliyor.
Bir oğlumuz oldu" diye. Uzaktan
mektuplarla kutlayanlar. Sözün özü; evde bir şenlik, bir şölen. "Aaaa...
İzmir'den Nurettin Amcalardan tel geldi. Kutluyorlar. Bu da Adana'dan
Niyaz'lerden geliyor. Bu tel de Çorum'dan, ama tebrik teli değil. Bak hele
Mehmet neymiş? "Şey Hükümet teli bu. Bir iş için çağırıyorlar. Gitmek
gerek. Hükümet işi ihmale gelmez. Tez zamanda gitmeli' diyor Mehmet Bey.
Vakit öğleyi geçkindir. Ama olsun Hükümetin çağrısı gecikmeye gelmez. Tez
elden gitmeli. Varıp anlamalı işin aslını. Adamlarına seslenir. İki at
eyerlemelerini söyler. Karısına da "İşim biter bitmez dönerim. Hem yavruma
da ufak tefek bir şeyler alırım. Sana da giyecek gerekli. Elbiselerin bol
geliyor üstüne. Gelen gidenimiz olur bu günlerde.
Ele güne karşı ayıp olur. Bir kaç
elbiselik alırım. Anamı da unutmamak gerek. İlk torunu kadının. Nasıl da
yoruldu gebeliğinde senin. Meraklanmana gerek yok. Çorum ne çeker ki. Akşam
Osmancık'a varırız. Sabahın erinde ordan çıksak, karanlık çökmeden tutarız
Çorum'u.
Mehmet Bey bir yandan bunları söylüyor;
bir yandan da kucağına aldığı oğlunu seviyor. Kokluyor, öpüyor, bağrına
basıyor. Bırakamıyor çocuğu kucağından. Ş aha kalkıyor, demeye kalmadan,
silahlı iki kişi atlıyor yola. Saç-sakal birbirine karışmış, iki dağ adamı
bunlar. Yolun dar boğazı. Yana yöne kaçacak yer yok. Ancak geri
dönülebilir. Mehmet Bey de ona davranıyor. Ama, daha atını dönderir
döndermez iki kişi de orada peydahlanıyor. "Canınızı seviyorsanız
davranmayın. Kurşunu yersiniz yoksa. Boşaltın ceplerinizi, atlarınızı da
bırakıp, koyulun yola" diye ünlüyorlar. Mehmet Bey bakıyor kaçış zor.
Teslim olup, parasını silahını, atları vermek de işine gelmiyor. Gurur
meselesi yapıyor. Bir anda atıyor kendini yere, silahına sarılıyor. Adamı
da atıyor attan. Seyip kalan atlar, kişneyip tepiniyorlar. Aynı anda da
kurşunlar vızılamaya başlıyor. Mehmet Bey bir ağacı siperlemiş kendine,
basıyor tetiğe. Adamı da sol yanından ateşliyor silahını. Vuruşma epey
sürüyor. Mehmet Bey'in de adamının da kurşunları azalıyor.
Daha dikkatli kullanmak zorunda kalıyorlar
kurşunlarını. Çok geçmeden onlarda bitiyor. Eşkıya azgın. Bir iki kez yine
teslim çağrısını yapıp, basıyorlar kurşunu ardından. Mehmet Bey'den bir
"Ah" sesi yükseliyor. Yığılıp kalıyor bir kenara. Adamı derseniz ağır
yaralı yıkılıyor yere. Neden sonra ayıkıp bir bakıyor ki sağ yanında
yatıyor Mehmet Bey. Cansız. Üstü başı kan içinde. Kendisi de yaralı.
Cepleri boşaltılmış. Silahları da yok yanlarında.
Haber Hacıhamza kasabasına ulaşınca,
anasını, karısını, hısım-akrabasını bir ağıt tutuyor. Kimi beşikte yatan üç
günlük yavruya üzülüyor; kimi Mehmet Bey'in yiğitliğini dillendiriyor.
Kişiliğini övüyor. Sonra tüm bu duygular, bir türküye dil oluyor. Hacıhamza
kasabası da Osmancık ilçesi de dar geliyor Türküye. Yankılanıyor,
yankılanıyor.
____________________ Dört Sey Geri Gelmez Atılan Ok, Söylenen Söz, Kacırılan Fırsat ve Gecen
Zaman ...
|
|
Ziyaretçi 
|
 |
Yazılış Tarihi: 17/1/2008 Saat 08:43 |
|
|
ne hapishaneler olsun,ne de türküsü yakılsın!
Türkülerimiz... Yaşamı etkileyen; iz bırakan, yoğun duygular yaratan...
Kuşaktan kuşağa taşınan... Türkülerimiz… Ana sütü gibi candan, ana
sütü gibi helal…
Bir de hapishane türküleri…
Hapishaneler… Halkımızın bağrında yüzyıllardır kanayan bir yara.
Bundandır türkülerimizin değişmeyen konularından birinin hapishaneler
olması.
Osmanlı zindanlarında kaldı "ah"ımız.
Prangalar, zincirler, kürek mahkumluğu…
Osmanlı saltanatının hüküm sürdüğü dönemlerde yazılan türküler, ağırlıklı
olarak o dönem yaşayan eşkiyalar, isyancılar ve külhanbeylerini işler ve de
doğallığında zindenleri (ya da zindan olarak kullanılan kaleleri.)
Kimi ‘Sepetçioğlu’ türküsündeki gibi firarı anlatır.
Çok zamanlar çektim kahrı zindan
Bize de mesken oldu Sinop’un hanı
Firar etme ile buldum ummanı
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz.
Sinop Kalesi’nden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Aldım mavzerim yöneldim düze
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
Kimi ‘Yedikule’ türküsünde olduğu gibi zindanda çekilen çilenin
zorluğunu anlatmanın yanında, her şeye rağmen uslanmaz dikbaşlı külhanbeyi
kültürünü yansıtır:
Haber uçtu devlete de
Beş yıl yattım hapiste
Yedi düvel zindanından
Beterdir Yedikule
Nargilemin marpucu da
Gümüştendir gümüşten
Beş değil onbeş yıl olsa
Ben vazgeçmem bu işten
Kimi hapishane türküleri, ‘Drama Köprüsü’nde olduğu gibi
dışarıdan içeriye yollanan sözsüz selamı anlatır.
Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın
Drama mapusunu Hasan evin mi sandın
At martini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mapusunda Hasan dostlar dinlesin
Ve elbette acıları anlatır zindan türküleri. Kürek mahkumluğu, prangalar,
zincirler… Hepsi Osmanlı zamanından -yer yer biçim değiştirerek de
olsa- bugüne taşınan zulüm ve eziyet uygulamalarıdır. Bunlar da türkülerde
dile gelir.
Mapusun içinde üç ağaç incir
Elimde kelepçe boynumda zincir
Oy zulum zulum başımda zulum uzak git ölüm
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Yatarım yatarım gün belli değil
Oy zulum zulum başımda zulum uzak git ölüm
Kimimiz onbeşlik kimimiz kürek
İdam cezasına dayanmaz yürek
Zindanlar Hapishaneye Dönüşüyor
Cumhuriyetin kurulmasından sonra zindanlar, günümüzde devam eden şekliyle
“kapatarak cezalandırma” temelinde kurulan hapishanelere
bırakır yerini.
İlk zamanlar ortaya çıkan türküler, ağırlıklı olarak sosyal nedenlerle
tutuklanan yada hapse konulan kişileri, onların özgürlük sevdalarını,
kederlerini, acılarını ve sevinçlerini işler. Tutsağa sabırla dayanması
öğütlenir. Sabahattin Ali’nin dizeleri türkü olur:
Dışarda deli dalgalar
Gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah’a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Mapus yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Bazen mapusta biriken öfkeyi anlatır:
Çıkar çıkar parmaklıktan bakarım
Konya seni ataşlara yakarım
Birgün olur ben buradan çıkarım
Yandım mapushane yandım senin elinden
Hapishaneler, duyguların-değerlerin sınandığı bir deney tahtasıdır diğer
yanıyla. Seven-sevmeyen ayrışır; dost-kardeş belli olur.
Mapus damı kara taştan
Gözüm kurumuyor yaştan
Göklerdeki uçan kuştan
Haber saldım almadın mı?
Zor günlerde belli olur
Seven ile sevmeyenin
Dertlerine derman olur
Kardaş nedir bilmedin mi?
Ozanların Tutsaklığı
Hapishaneler üzerine yakılan türküler çokçadır.Yüzlerce yıldır ne acılar
yaşanmış ne çileler çekilmişse şu ya da bu ölçüde türkülere dökülmüştür.
Hapishane türkülerinin çok olmasının bir nedeni de budur.
Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana geçen yıllarda değişmeyen tek şey,
hapishanelerde uygulanan zulmün sürekliliğidir. Eşi, dostu, tanıdığı
hapishaneye girmeyen; bu zulmü tanımayan kişi sayısı yok denecek kadar
azdır.
Hapishane türkülerinin çokluğunun bir nedeni de zulüm sisteminin, halk
ozanlarına-şairlerine duyduğu kin ve onların sırtından eksik etmediği
zulümdür. Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Ruhi Su, Abdullah Papur,
Mahzuni Şerif, Aşık İhsani… Hangi halk ozanımız-şairimiz hapishaneye
girmekten ya da sürekli bununla tehdit edilmekten kurtulabilmiştir ki? Bir
yandan hapishane kendi ozanlarını yaratırken, öte yandan onlar için de esin
kaynağı olur. Mahzuni Şerif vurur sazın teline:
Darıldım darıldım ben sana canım böyle mi olacaktı
Vuruldum vuruldum baksana kanım yerde mi kalacatı
Mapushane içinde minderim kana battı
Yahu bu ne haldır öldüm yedi yıldır
Gardiyan çekti gitti
Dağ gibi ömrüm benim ne çabuk geçti bitti.
Ruhi Su da bir hapishane sevkini anlatır ‘Hasan Dağı’
türküsünde:
Gidiyor kalktı göçümüz
Gülmez ağlamaz içimiz
İnsan olmak mı suçumuz
Hasan Dağı insan olmak
Tutsak Olunur Kul Olunmaz
Hapishane türküleri kimi zaman toplumsal bir yakarışa dönüşmüş, kimi
zamansa tutsak olana ya da onun yolunu gözleyen anaya, eşe, kardeşe,
sevdalıya direnç aşılayan bir işlev yüklenmiştir. Türkülerimiz tutsak
edilip dört duvar arasına konulsa da isyancıdır yine. Türküde anlatıldığı
gibi tutsak olunmuş, kul olunmamıştır.
Tutsak oldum kul olmadım
Bir yanım rüzgarda benim
Ölünceye insanım benim
İnsanadır emeklerim
Elbette tutsak olunup kul olunmadığında, kazanan, insan iradesi olur.
Duvarlar çaresiz kalır, demir kapılar parmaklıklar tutamaz “kul
olmayan”ı.
Karanlıksın zulüm yatar bağrında
Korkuyorsun hücrem bu düzen gibi
Asırların izi taşında durur
Eskimişsin hücrem bu düzen gibi
Bazen Saz Bazen Söz Olur
Neyi anlatır hapishane türküleri? Hapishane türküleri ayrılığı-hasreti
anlatır.
En zor gelen, insanı en çok saran duygu budur hapishanede. Ayrılık,
hasretlik… Bu; sevgiliye, memlekete, mücadeleye, sıcak kavgaya
duyulan hasretlik de olabilir; doğaya duyulan özlem de… Anaya,
babaya, kardeşe, yoldaşa duyulan özlem de, her gün adımladığı sokaklara
duyduğu özlem de... Hepsi içinde, yüreğinde durur insanın, mapusluk
boyunca...
Sevdalınız hapistir
On yıldan beridir yatar
Yüreğinde hasret yüreğinde coşku
Yatar Bursa Kalesi'nde
Yüreği delinip gitmeden
Şarkısı tükenip bitmeden
Cennetini kaybetmeden
Yatar Bursa Kalesi'nde
Bazen bir eziklik kaplar insanın içini. Bu da dökülür türküye...
Dışarda mevsim baharmış
Gezip dolaşanlar varmış
Günler su gibi akarmış
Geçmiyor günler geçmiyor
Ahmed Arif "Akşam erken iner mapushaneye/ejderha olsan kar etmez" der ya,
öyledir. O’nun şiirle anlattığını, bir Neşet Ertaş türküsü derinden
hissederek ve hissettirerek anlatır:
Hapishanelere güneş doğmuyor
Geçiyor bu ömrüm, günüm dolmuyor
Eşim dostum hiç yanıma gelmiyor
Yok mu hapishane beni arayan
Bu zindanda öleceğim canım gardiyan
Birer birer yoklamayı yaparlar
Akşam olur kapıları kaparlar
Bitmiyor geceler olmaz sabahlar
Tutsaklıklar böyle eziklikleri fazla kaldırmaz ama… Zaten dört
duvarla çevrilmiş, yoksunluklarla dolu bir yaşamın içinde olan tutsak;
direncini korumak-artırmak için umuda sarılır inatla. Sevdaya
sarılır…
Hapishane türküleri sevdayı anlatır.
Sevda; araya mesafeler, duvarlar ve demir parmaklıklar girse de, her şeye
inat büyür ha büyür. Büyüdükçe sığmaz bir mapusa. Ne tel örgüler
zaptedebilir onu, ne de duvarlar, parmaklıklar. Kuş kanadında gider,
rüzgarın omuzlarına biner, dağ yelleri alır götürür onu gideceği yere.
Köyümde açmıştır şimdi
Nar çiçekleri özlem özlem
Yüreğimde sevda sevda
Türküler söylesem sana
Tel örgüler arkasında ulaşır m’ola
O en güzel yarınlara erişir m’ola
Kör baskılar karanlıklar
Demir kapılar taş duvarlar
Olsa da dört bir yanımda
Söylerim türkümü sana
Kuş sesinden dağ yelinden ulaşır sana
O en güzel yarınlarda erişir sana
Mektuplar
Hapishanede yatanın dışarıyla bağı hiç kesilmez. Bunun en temel iki yolu
görüş günleri ve mektuplardır. Ama sadece bu değil elbette. Tutsak olan,
hep dışarıyı taşır yüreğinde; dışarıdakilerle birlikte atar kalbi.
GÖRÜLMÜŞTÜR damgalı mektuplar uzatılır mazgaldan. Tutsağın yüreğinde bir
kuş havalanır.
Ellerinle bana baharlar getir
Cıvıl cıvıl bir görüş gününde olsun
Bir mektup gönder bana bahar tadında
Baygın baygın ülkem koksun
Gelen mektup bir yanıyla "içeriye ulaşan dışarının soluğu"dur. Bir de
beklenen mektubun gelmeyeceği tutar…
Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır
Bugün posta günü canım sıkılır
Ellerin mektubu gelmiş okunur
Benim yüreğime hançer sokulur
Görüş Günleri: Hüzün ve Coşku Bir arada
Görüş günleri iki duyguyu da taşır içinde. Tutsak olana ziyaretçiler gelir.
Sevinçlidir ya, daha özlemini gideremeden biter ziyaret saati. Coşku yerini
hüzne bırakır. Hapishane türkülerinde görüş günü işlenirken, kiminde
“Bugün görüşme günüdür, çift camlardan ses gelmiyor” diye
sıkıntılar dile gelirken, kiminde ise coşku ve hüzün bir arada işlenir:
Bugün görüş günümüz dost kardeş bir arada
Camdan cama mendil salla el salla merhaba
Bizim olsun mapushane duvarı
Seni senden sormalara doyamam ben
Yarım kalır cıgaramın ateşi
Gitme dayanamam
Ahmed Arif’in dizeleri vurur sazın teline, hücre hücre dolanır demir
kapı kör pencere de;
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin
Haberin var mı demir kapı kör pencere
Yastığım ranzam zincirim
Uğruna ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahsun resim haberin var mı?
Türküler, görüş gününü, sadece tutsağın dilinden değil, gelen ziyaretçinin
dilinden de anlatır elbet:
Göğü kucaklayıp getirdim sana
Kokla sevgili yar, kokla açılırsın
Solmuş benzin sararmış
Yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün
Oy mapusluk mapusluk
Sen içerde ben dışarda
Dur akıtma gönlün yaşını
Oy bana en uzak
Oy bana en yakın sevgili yar
Hasretine vur beni
Nasıl beklenen mektup gelmediği zaman bir ağırlık çökerse tutsağın
yüreğine, beklenen ziyaretçi gelmediğinde de benzeri duygular yaşatır.
Kaygıyla dolu bir bekleyiştir bu. Gelmesi beklenen ziyaretçinin gelmemesi
üzerine yorumlar yapılır kendince. Hasta mıdır, parası mı yoktur?... Haber
alana dek az ya da çok bu kaygılar yaşar tutsağın içinde.
Yarim salmış efkarını mapusa
Kendisi gelmez acep yollar kış mıdır
Hasret başını eğermiş adamın
Mapustan kalkan uzun bir havayım şimdi
Mapuslar İçinde Dayanışma Ve Kader Birliği
Kaygı duyulan sadece ziyaretten gelen haberlerle sınırlı değildir. Yanında
yöresinde sevdikleri, dostları, yoldaşları yatar. Onların da acılarına
ortak olur, sevinçlerini paylaşır. Karınca kararınca, elde olanları
paylaşır, bölüşürler.
Gün olur birbirlerini bile göremezler. Koparıp ayrı ayrı hücrelere
atmışlardır onları. Bir ses, bir haberle birbirlerine duydukları özlem daha
da büyür. Aklının bir yanı hep orada kalır.
Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım, kalırım dostlar yandadır
İk'elleri kızıl kandadır kanda
Ölürüm ölürüm kardeş aklım sendedir
Artar eksilmeyiz zindanlarında
Kolay değil derdin ucu derinde
Kumhan Irmağı’nda Karaburun’da
Bulurum bulurum kardeş öfkem kındadır
Devrimciler ve Direniş Türküleri
Devrimci mücadelenin başlaması ile tutsak devrimcilere yazılan ve onların
yazdığı türküler söylenir diyar diyar. Bu dönemle birlikte hapishane
türküleri daha çok mücadeleye bağlı olarak ortaya çıkar. Türkülerin
beslendiği muhalif damar, devrimci özüyle birlikte gerçek yerini, sahibini
bulur bu anlamda.
Devrimcilerin hapishanede yaşadığı birçok şey taşınır türkülere. Bu kimi
zaman açlık grevi olur:
Metris'in içindeyim
Küçük bir hücredeyim
Anam beni sorarsa
Açlık grevindeyim
Bayraklar elden ele
Türküler dilden dile
Aramızda yer yoktur
Gözyaşı dökenlere
Yasaklar ve yokluklar diyarıdır hapishane. "Güneş bile yasak” olur.
Sadece bir köşesine güneş vuran havalandırmada ısınmaya çalışan tutsaklara,
kıyasıya dövülürken yasak edilir güneş de. Mızrap olup isyan vurur sazın
teline…
Güneş bile yasak
İçim sarı sıcak
Duvarları deler
Sevdanın közü
Hapishane direnişleri anlatılır türkülerde, kahramanlıklar işlenir. Elbette
yine sevdalar, ayrılıklar, özlemler…
Mapushane çeşmesi gülüm yandan akıyor
Hasretlik ince sızı yüreğimi yakıyor
Mapushane duvarında bir çift güvercin
Bugün efkarlıyım yarime haber verin
Hüzün işlenir ille de…
Hapishanenin türküleri
Hüzünlüdür biraz
Her dinleyişinde belki
Yüreğin burkulur için sızlar
Hapishanenin türküleri hüzünlüdür biraz ama bu kez türkülerin hamuruna daha
çok direnç, daha çok umut ve yenilgiyi reddeden bir kavganın mayası
katılmıştır. Katliamlarla birlikte, kazanılan zaferleri, ölüm orucunda
bayraklaşan tutsakları da anlatır:
Ölümlere yatarım da
Başeğmem zindanlara
Duvarları kale olsa
Esir olur yine bana
Bazen, bir tutsak anasının açlığa yatan evladı için, yürek dilinden dökülen
ağıdıdır; görüş kabinleri tanıktır.
Ne kadar da ufalmış bedenin
Gözyaşıma sığdın sen
Açlık mı yemiş ömrünü yavrum
Al sütümü iç kızım
Açlığa yatan tutsak cevaplar onu:
Eriyen bedenimi düşünme
Göğü giydim üstüme
Yüzünü asma keder ile anam
Yiğitler bitmez bizde
Yiğit duldasında yiğitler nasıl bitmezse, türküler de yiğitleri ve
yiğitlikleri yazmaya devam eder elbet.
Gün olur namlulara göğüsleriyle karşı koyar tutsaklar. Kanlarıyla dolar
hapishane maltaları. Kitaplarında teslimiyet yoktur; hücre hücre örülür
direniş. Ve elde avuçta ne varsa onunla direnilir.
Kapatmışlar seni beyaz hücreye
Konuşmak gülüşmek yasaktır sana
Bir bedenin kalmış bir de inancın
Demir bir dolap silahtır sana
Karlı dağlar gibi dik tut başını
Gösterme yaranı çat kaşlarını
Kızılcık şerbeti içtiğin söyle
Kan kussan bile diren zalime
Ne Hapishaneler Olsun, Ne De Türküsü Yakılsın!
Hapishanelerin, baskı ve zulüm aracı olmaktan çıkacağı o güne dek belki
daha pek çok hapishane türküleri yakılacak. Bizler de hapishaneler var
oldukça yılmadan, inatla söyleyeceğiz türkülerimizi.
|
|
Junior Member  Cevaplar: 92 kayıt olmuş: 6/11/2004 Durum: Çevrimdışı
|
 |
Yazılış Tarihi: 17/1/2008 Saat 08:55 |
|
|
allah korusun;
amma velakin hayatimizda var.
allah dusurmesin....
amma ne guzel ifadelerki turkulerle dilimize dusmus.
sagolun bence paylasimlariniz icin...  ____________________ kopan bir ipe, sımsıkı bir dugum atarsanız, ipin en saglam yeri artık bu
dugumdur. ama ipe her dokunusunuzda, canınızı acıtacak tek nokta yine o
dugumdur."
www.dostsesi.com
dunyaya acilan pencereniz
|
|
|
0,052 saniye - 24 queries
|
Happy Birthday |
Bugün hiçbir kullanıcımızın doğumgünü yok! |
üye Puani |
- Rojin: 10 976 Puanlar
- asliyok: 4 432 Puanlar
- HarmanYeli: 4 396 Puanlar
- KizilZora: 2 048 Puanlar
- life23: 1 675 Puanlar
- gokkiz: 1 657 Puanlar
- BirNefes: 1 048 Puanlar
- Erasmus: 984 Puanlar
- -Pozan-: 785 Puanlar
- Siyahinci: 623 Puanlar
|
|