Geceyi Yürüyen Adam (düz yazı)
Geceyi yürüyen adam, ruhu acıkınca, ilk molayı çocukluğunda verdi. Oturup
bir ilkokul sırasına, öğretmenlerinin ilk öğretilerini anımsamaya çalıştı.
Aklında kalan bir şey yoktu; bir okul şarkısından başka: “ çiçekli
bahçemizin yollarında koşarken, bu gün okullu olduk sınıfları doldurduk,
neşeliyiz (belki, / sevinçliyiz / di kelime; tam olarak hatırlayamadı)
hepimiz, çünkü okullu olduk... “. Böyle bir şeylerdi .
Oysa; ne evin bahçesi koşacak kadar büyüktü ne de çiçekliydi. Okula
başladığı için sevinip sevinemediğini de bilemedi. Yeni bir yoldu sadece
yürünmesi gereken. o gün başlayıp, bir fakülteden mezun olana kadar sürecek
on altı sene. Yedek subay okulunu da sayarsak, de ki onyedi..
Yan sırada oturan adam, “ Sen, kaymakamın oğlu değil misin “
diye sordu.
“ Evet “ dedi, geceyi yürüyen adam. “ Bu benim suçum
değil, benim seçimim de.. “
Kalktı sıradan, bahçedeki çocukluk seslerini çiğneyerek, dışarı çıktı. Genç
bir şair
kardeşinin * çok sevdiği dizeleri geçti aklından : “ En büyük ihaneti
çocukluğuma yaptım / Büyüdüm.. “.. Okul bahçesinin bittiği yerde
bulutlar başlıyordu. Bu yüzden nerede olduğunu anlayamadı, ilk bulutun
içine yürüdü. Güneşi göremese de terlediğini farketti. Biraz
ferahlayabilmek için, okul yıllarını silkeledi üstünden, bir kaç eski
sevdanın tozu kaçtı gözüne, yaşardı. Yanaklarından süzülen gözyaşını alıp,
yüreğinin tavan arasındaki çeyiz sandığına koydu.
Bir sokağı andırır gibi, birbirine yanaşık duran iki bulutun üstünde solmuş
resimler asılıydı. Hepsinin altında, isim çerçeveleri içinde “ özlem
“ yazıyordu, nedense. Pek bir anlam veremedi ama cız etti bir
yerleri, farketti. Sokağın ismi var mı diye bakındı, yoktu. Adına
bakılmadan geçilen sokaklardan biri gibiydi işte, o kadardı. “ Bizi
nereye götürdüğünü bilemediğimiz sokaklardan biri.. “ dedi. Solmuş
resimlerdeki yüzler de pek tanımış gibi bakmıyorlardı zaten. Belli ki
kendileri de çekip gitmişlerdi çoktan; bir yerlere ve birilerine.
Bulutlar kayboldu birden, yerini, dört bir yanı dikenli tel tel örgülerle
çevrili tozlu ovalara bıraktı. Yelkovan dikenleri * uçuşup duruyordu
etrafta. Bazıları gelip, orasına burasına çarpıp acıtıyordu , kaçamıyordu
hepsinden. Kaçmak istemediğini farketti, üstelik. Dikenlerle birlikte
yuvarlandı uzun süre. “ Gerekirse hepinizle yüzleşirim gene.
Çekinecek bir şeyim yok benim..” diye söylenip durdu, yuvarlanırken..
“ Pek farkımız yok, rüzgarlarımız farklı sadece. Ben de hepiniz kadar
iyi, hepiniz kadar kötüyüm...”
Tozlu ovanın bitimindeki tel örgüye, birlikte takılıp durduklarında, geceyi
yürüyen adam; kendini, üstüne yığılmış yelkovan dikenlerinden ayırabilmek
için kimliğini çıkardı cebinden. Kimliğin üstünde farklı bir resim vardı,
aldırmadan yürüdü. Tel örgünün bir yerlerde bitiyor olacağını var sayarak.
Kimliğini cebine koyarken, cebinin değişik kimlik fotokopileri ve ikametgah
ilmühaberleriyle dolu olduğunu farketti. Kimbilir, kaç il ve ilçede,
mahallede, kaç değişik muhtardan kimlik sureti ve ikametgah almıştı bu güne
kadar. Böyle birisi, aynı kişi olabilir miydi? ! . “ Beni
ilgilendirmez.. “ dedi, kendi kendine.. “ Ben kimim ki? ..
“
Tel örgü, biteceğe benzemiyordu. Zaman zaman iyice daralıyor, bazen biraz
genişliyor ama bu fazla uzun sürmüyordu. Bir ara, hapishane parmaklıklarına
döndü tel örgüler, neyseki bu da uzun sürmedi.. En dar yerlerinin birinde
bir nikah dairesi, onun yanında doğum evi vardı ve inanılmaz kalabalıklar
vardı girişlerinde, her ikisinin de.
İçerdekilerse, çıkış kapısını bulma telaşında içindeydiler.
Bir yerlerde, bir dere çıktı karşısına. yumuşak bir toprağın içinden
kaynıyor, giderek genişliyordu. Suları sığdı. ayakkabılarını çıkarıp
derenin içinden yürümeye başladı, ferahlamıştı biraz. Tel örgüler mi
bitmişti yoksa? . Sağına soluna bakındı, duruyorlardı, araları ıramışlardı
birbirlerinden. Yürüdükçe, tek tük ağaçlar görünmeye başladı, birbirinden
değişik ağaçlar. Kimi en ufak bir esintide bütün yapraklarını kaybeden,
kimi en acımasız fırtınalara direnen, kimi; ötekinin gölgesinde kalmış,
gelişememiş, kimi; köksüz, kimi hastalıklı, kırılgan, böceklenmiş, bodur..
Başka çaresi yoktu, geçilecekti bu ormanın içinden..
Ormanın ve derenin içinden yürümeye devam etti. Diz kapaklarını bile
bulmayan su, akıp gidiyordu sessizce.. Suyun verdiği ferahlık da akıp
gidiyordu birlikte. Adam yürüdükçe, su bulanıyordu geçtiği yerlerde..
“ Sığ sular çabuk bulanır..” dedi, kendi kendine.. “ Bu
yüzdendir benim denizlere sevdalanmam...”
Bir keresinde, sessiz bir koya demirlemişti teknesini, rüzgar , denizin
yanağını oynaştıran orta güçte bir karayel olsa da teknenin demirlediği
yere ulaşamıyordu. Koy, yanındaki küçük tepelere el vermiş, soyutlamıştı
kendini hoyrat kuzey rüzgarlardan. Dingindi. Adam gibi.
Güzel bir siyah zeytin, üzerine güzel bir zeytinyağı gezdirilip, güzel bir
kekik ve kırmızı pul biberle harmanlanınca; güzel bir rakı mezesi olmuştur
hep. Koyun kumsalından toplanan beş on tane cikcik * de varsa hele, değme
rakının keyfine.
Cikcikleri bıçağıyla açıp, ufak bir tabağın içine topladı, biraz zeytinyağı
döktü üzerlerine, biraz da karabiber. Rakıdan bir yudum aldı. Etrafına
bakındı. Koyu çevreleyen tepeler, mutsuz insan yüzleriyle doluydu. Onlara
seslenir gibi “ Hayat, bu işte.. “ dedi.
“ Kendinle barışıksan ve yalnızsan, ne problemi olur ki insanın..
“. Tepelerdeki yüzlerin çoğunluğu, başlarını sallayarak onayladı
adamı.
Devam etti: “.. Bir çoban düşünün, ne kadardır bir çobanın dünyası?
Azığı, kepeneği ve kavalı yanındaysa, kurt girmemişse sürüsüne, ne ister
başka, çoban? ! ! . Otlağını, dağlarını, yaylarını bilir, o.. Az bilir.. Bu
yüzdendir huzurlu ve mutlu oluşu..
Bu yüzdendir benim, bildiğim her şeyi unutmak isteyişim.. “. Gene,
baş sallandı tepelerden, azdı karayel..
Dere aniden bitti. Önünde, ikiye ayrılan bir yol belirdi. Yolun biri,
çiçeklerle bezeli, rengarenk çiçeklerle süslü, uçuşan ezgilerin , tek tük
çiftlerin gezindiği güzel ama kısa bir yoldu. Olduğu yerden bile sonunu
görebiliyordu yolun. Keçiboynuzunun içine serpiştirilmiş bal kadar bir
şeydi bu yol.
Öbür yol, tozlu, zorlu, inişli çıkışlı, sarp geçitler olmasına rağmen daha
kalabalık ve daha uzundu. Yürüyenler, pek hoşnut görünmese de, zamanla
içlerinden bir kaçı yere düşüp kalsa da, gene de yürüyorlardı durmadan. Her
atılan adımdan sonra, yolun arkada kalan kısmı siliniyor ve asla geri
dönülemiyordu. Zaman zaman yollarına çıkan – büyük olasılıkla, öbür
yoldan karışan – çiçek kokularını, notaları fazla önemsemeden, fazla
uzun sürmeyeceğini bilerek ama kabullenerek , asık yüzle ama nedense hem
mutsuz görünüp hem de fazla acele etmeden, ağır ağır yürüyorlardı.
“ Geri dönmek..” dedi, geceyi yürüyen adam; “... bir tek
klavyenin tuşlarında mümkün.. “. Sonra, yolun sonunda görülen parlak
ışıklara bakmamaya çalışarak, kalabalığa karıştı..
Ayakkabıların da dereye girdiği yerde unutmuştu, üstelik.. 30.03.05 *
* murat köse, istemsiz ihanet, hayal dergisi, sayı 1, sayfa 56
* cikcik: beyaz, yuvarlak; kum midyesi de denilen bir çeşit midye.
* yelkovan dikeni: yel önünde uçuşan dikenler.
* 30.03.05 (doğum günüm) )
Orhun Basat
____________________
Türküler..
Cennet kadar sır, insan kadar zahir.