Hoş geldin kalbimize sevgili pişmanlık…
Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak
canımızın incinebilirliğini,
pişmanlığın sızısı olmadan fark
edemiyoruz içimizde saklı masumiyetin
kırılganlığını.
Sessizce akıp giden suyun Önüne çıkan bir
çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız;
vicdanımızın sessiz bekçiliğini
hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar
masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum
ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde
kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da
ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar
günahlar.
Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz
sırça sarayın yıkılışını haber
verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin
yangına verilişine denk düşer hatamızın
utancını kıpkızıl yüzümüze
taşıdığımız anlar.
Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi
sokulganlığı utançla tanıştırır
bizi. Utançla tanıştığımızda da,
utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen
vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani…
Sevdiğimizle çarpışmak gibi kÖşe
başında; defterler kitaplar dağılırken havada,
kalpler buluşur, gÖzler el ele tutuşur ya. O hata; o
sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o
kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi.
“Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın
ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına
susatır bizi.
Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur
günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir
bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru
ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr
ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli
yakarışların kıpırtısını
başlatır hatalar. Yağmurun çÖllerin kumunu
yarması gibi, içimizin de içinde sancılı
itiraflara kuytular açar günahların darbesi.
Vicdanımızın kulağının dibinde
fısıltılı hesaplaşmalara
çağırır bizi pişmanlıkların nefesi.
Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir
olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz
kızarır, başımız Öne eğilir,
mahcubiyetle kısılır gÖzlerimiz, belki
gÖzyaşı dÖkeriz. Müşfik bir baba gibi teselli
eder bizi pişmanlığımız:
“Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı
yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden
fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha
yukarıdasın…”
Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi,
habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı.
Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz.
Bırakalım Öyle kalsın! Acısın. Kanasın.
Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın
gÖğsümüzü. Yırtsın
yüzümüzü. Kendi gÖzlerimizin içine
baktığımızda, hemen yüzünü gÖsterip
utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına
ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç
acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya
pişmanlığın sızısı hiç
yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için
çırpındıkça üzerimize
atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça,
kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi
bileklerimizden?
İyi ki Öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda
hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez.
Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz.
Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya
yÖnelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.
Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi
vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen
kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir
alnımıza. Firari mahkûmlar gibi kÖşe bucak
tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati
geri alma telaşına düşmek, takvim
yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla
yanıp tutuşmak gerek. Günahı, Ömrünün
son deminde ak Örtülere sarılmış
adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek
gerek.
“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli
boş dÖndüğümüzde, “illâ O”
diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi
pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın
dergâhında kusurluluğumuzu ve
günahkârlığımızı şefaatçi
bilip Öylece ümitlenmeliyiz Allah'tan. Hiç koşulsuz
affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve
gÖzyaşıyla oturabilmeyi Öğretmeli bize
pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz
sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi
rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir
titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık gÖğsümüze
sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek
etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir
pasımızı kimselere gÖstermeden yıkayıverme
umudunu gÖğsümüzde cılız pınarlar gibi
biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız.
Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de
bize ait sayılmayacağını aniden gÖrebilmek
demektir günahların “ah!”ları. O'ndan korkup
yine O'na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti
acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece
pişmanlığımız Öğretir bize..
O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil
baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak.
Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni
baştan sevmek gerek.”
Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna
sarılırız pişmanlığımızla. Sil
baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına
bırakırız gÖzyaşımızı.
Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle,
ağlayan gÖzümüzle, titreyen dudağımızla
içten bir Özür, mahcup bir tÖvbe fırsatı
sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç
olmasaydı pişmanlığımız? Hiç
yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen
hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen
ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan
ellerimizi